AVRUPA BİRLİĞİNİN TURİZME ETKİSİ – TURİZM
Su kaynaklarının tükenmesi, kuraklık ve buna bağlı olarak toprak kalitesinin azalması ile birlikte tarımsal faaliyetlerde düşüş, ithalat ve ihracat gibi ekonomik faaliyetlerde gerileme, dolayısıyla ülke ekonomisinin olumsuz etkilenmesi; tümü, iklim değişikliğinin yol açtığı, biyolojik çeşitliliğin azalmasının sonuçlarıdır. Küresel ısınma donmuş su kütleleri olan buzulları eritmekte, bunun sonucunda deniz seviyeleri yükselmekte ve sel baskınları görülmektedir. Sahil bölgelerinin bu durumdan olumsuz etkilenmesine ek olarak eriyen buzullar okyanus akıntılarını da etkilemekte, İngiltere gibi Kuzeybatı Avrupa bölgelerine sıcak su taşıyan akıntıların yavaşlamasına neden olmaktadır.
İklim değişikliğinin yol açtığı yağış dengesizlikleri bitki örtüsüne, ormanlara ve aynı zamanda tarımsal faaliyetlere büyük zarar vermektedir. Kuraklık ve çölleşme su kaynaklarına erişimi büyük ölçüde engellemekte, yüksek sıcaklıklar nedeniyle bitki örtüsü bozulmakta, ormanlık alanlar yok olmaya başlamakta. Su kaynaklarına erişimin azalması ve yüksek sıcaklıklar bazı hastalıkların görülme sıklığında artışa da neden oluyor. Örneğin, tifo, kolera hatta el gibi bulaşıcı hastalıklara temiz su kaynaklarına ulaşılmayan ve temizlik eksikliği yaşanan bölgelerde daha sık rastlanmaya başlandı. Bu hastalıkların artması Turizm sektörünü de olumsuz etkilemekte. Ve tüm bunlar bir araya geldiğinde çıkan sonuç; gezegenimizdeki canlı hayatın tehdit altında olduğudur. Sanayileşme dönemi ile başlayan ve adına “gelişme” dediğimiz duyarsızlık, sonunda diğer canlılarla birlikte insanlığa da zarar verir hale gelmiştir.
Acil Eylem Bildirgesi
1. Çevrenin korunması, kalkınma süreci ile birlikte bir bütün teşkil eder ve bunlar birbirlerinden ayrı düşünülemez. Tüm devletler ve halklar, sürdürülebilir kalkınmanın sağlanabilmesi için yoksulluğa karşı işbirliği yapacaktır.
2. Ekosistemin korunması ve iyileştirilmesi amacıyla tüm devletler, küresel ortaklık ruhu ile hareket edecektir. Çevreye zarar vermede farklı katkıları olan ülkelerin ortak ancak farklı sorumlulukları vardır.
3. Tüm insanların daha yüksek bir yaşam standardına kavuşabilmesi ve kalkınmanın sürdürülebilmesi için devletler, çevreye zarar veren tüketim ve üretim tarzlarını terk etmeli ve uygun nüfus politikalarını teşvik etmelidir. Bilimsel ve teknolojik bilgi alışverişi ile kalkınmada işbirliği güçlendirilmelidir.
4. Çevre sorunlarını da vurgulayan tüm ülkelerde, ekonomik gelişme ve sürdürülebilir kalkınmayı getirecek uluslararası açık ekonomik sistemin teşvikinde işbirliği yapılmalıdır.
5. Devletler, çevreye zarar veren ve kirlilik kurbanlarına karşı telafi öngören ulusal yasalarını genişletecektir. Çevreyi ve insan sağlığını tehdit eden atıkların başka bir ülkeye transferi ve dökülmesine karşı önlem almada tüm devletler işbirliği yapmalıdır.
6. Başka devletlere de zarar verecek ulusal çevre felaketleri veya olağanüstü durumlar hakkındaki bilgiler derhal paylaşılacaktır. Uluslararası topluluk, bir faciaya sahne olan ülkeye yardım konusunda elinden geleni yapacaktır.
7. Kadınların çevrenin yönlendirilmesi ve gelişmesinde yaşamsal rolü bulunmaktadır. Sürdürülebilir kalkınmanın sağlanması için tam katılımları gereklidir.
8. Dünya gençlerinin yaratıcılığı, idealleri ve cesareti, daha iyi bir gelecekte küresel sorumluluk paylaşmaları yönünde teşvik edilmelidir.
9. Baskı ve işgal altındaki insanların doğal kaynakları ve çevresi korunacaktır.
10. Savaş, kalkınmanın yıkımıdır. Bu nedenle devletler, silahlı çatışmalarda çevrenin gözetilmesi amacıyla uluslararası hukuka saygı gösterecektir. Devletler, çevre sorunlarını Birleşmiş Milletler Bildirgesi çerçevesinde barışçı yollardan ve uygun yöntemlerle çözeceklerdir. Bu bildirgenin ilkelerinin uygulanmasında herkes iyi niyet ve ortaklık ruhu ile işbirliği yapacaktır.
Antlaşmalar ile Avrupa Çevre Politikasının Tarihsel Gelişimi
Avrupa Birliği’nin tarih boyunca çevre politikalarını şekillendirmek adına yaptığı antlaşmalar, çevrenin korunması açısından büyük önem taşımaktadır. Avrupa Birliği, çevre sorunlarının önüne geçmek amacıyla proaktif bir tavır sergilemiş ve değişen zamanın şartlarına uyum sağlamak için çeşitli antlaşmalar imzalamıştır. Aşağıdaki tabloda özet olarak değinilen söz konusu antlaşmalar, ilerleyen bölümlerde detaylı bir şekilde incelenecektir.
ROMA ANTLAŞMASI
Roma Antlaşması, 25 Mart 1957 tarihinde imzalanmış ve 1 Ocak 1958 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Bu antlaşma, bağımsız bir uluslararası örgüt olan Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu (AET) oluşturan antlaşmadır. Antlaşmanın ana amacı, Avrupa’da tek bir pazar oluşturarak ekonomik kalkınmayı sağlamaktı. Bu yıllarda Avrupa, ekonomik kaygıların ön planda olduğu bir dönemi yaşamaktaydı ve Roma Antlaşması ile Avrupa ekonomisinin geliştirilmesi ve uluslararası alanda rekabet edebilir düzeye çıkarılması hedeflenmiştir.
Roma Antlaşması’nın 2. maddesine göre:
Topluluğun görevi, ortak bir pazarın kurulması ve üye devletlerin ekonomik politikalarının giderek yaklaştırılması yoluyla topluluğun bütünüyle ekonomik faaliyetlerin uyumlu bir şekilde geliştirilmesini, sürekli ve dengeli bir büyümeyi, daha fazla istikrarı, yaşam standardının hızla yükselmesini ve topluluğun bir araya getirdiği devletler arasında daha sıkı ilişkilerin kurulmasını sağlamaktır. (Roma Antlaşması 1957)
Roma Antlaşması imzalandığında, çevre konusuna değinilmemesi şaşırtıcı değil; o dönemde çevre sorunları henüz gündemde değildi ve Avrupa devletleri içinde ekonomi ön plandaydı. Bu nedenle, Roma Antlaşması’nda doğrudan çevre ile ilgili bir hüküm bulunmamakta. Ancak, ticaret, piyasa ve ekonomi ön planda tutulsa da Roma Antlaşması’nda çevre ile ilgili dolaylı maddelere rastlamak mümkün. Bunlar da genel olarak ekonominin ve piyasanın olumsuz etkilendiği durumlarda çevre sorunlarının giderilmesi şeklinde.
Avrupa Birliği, her zaman daha iyi yaşam koşullarını hedeflemiş ve Avrupa Ekonomik Topluluğu adıyla başladığı dönemde de bu hedef doğrultusunda ilerlemiştir. O dönemde temel olarak ekonomi üzerinde yoğunlaşılmış olsa da üye ülkelerdeki vatandaşların daha iyi koşullarda yaşaması ve ekonomik sıkıntı çekmemesi amacı güdülmüştür. Bu doğrultuda, Avrupa’da gümrük olmadan malların serbest dolaşımının sağlanması hedeflenmiştir.
Roma Antlaşması’nda çevre sorunları ve alınacak önlemler ile ilgili doğrudan bir madde bulunmasa da gerektiğinde önlem alınacağını bildiren bir madde bulunmaktadır. Çevre sorunları ile karşılaşıldığında gerekli önlemlerin alınmasını mümkün kılan bu madde, Avrupa Birliği’nin çevreyi ve insanların yaşam koşullarını iyileştirmeyi ne kadar önemsediğini ortaya koymaktadır.
Avrupa Birliği günümüzde, çevre sorunlarının önlenmesinde en çok çaba harcayan uluslararası aktörlerden biri. Refah seviyesinin yüksek, ekonomisinin iyi olması tesadüf değil. Yıllar boyunca çeşitli antlaşmalar ile ekonominin gelişmesi, refahın artması ve çevre sorunlarının en aza indirilmesi için çaba sarf edilmiştir. Avrupa Birliği’ne üye olan ülkelere çeşitli yükümlülükler getirilmiş ve birliğe girmek isteyen ülkelere de çeşitli şartlar koşulmuştur. Şartları yerine getiremeyen ülkeler birliğe alınmamaktadır. Halkın katılımı ve denetimi de her zaman öncelik olarak görülmüştür.
Bu sayede Avrupa Birliği, yüksek ekonomik standartlara sahip ve çevre bilincinin geliştiği bir bölge haline gelmiştir. Roma Antlaşması, hem ekonomiyi geliştirip hem çevreyi korurken aynı zamanda insanların yaşam standartlarını yükseltmeyi hedefleyen ilk ve en önemli adımlardan biridir.
MAASTRİCHT ANTLAŞMASI
Aralık 1991’de imzalanan ve 1 Kasım 1993 tarihinde yürürlüğe giren Maastricht Antlaşması, çevreye saygılı sürdürülebilir gelişmeyi temel amaç olarak benimsemiştir. Bu antlaşma, çevre politikasının oluşumunda yıllar geçtikçe daha idealist ilkeler benimseyen bir profil çizmektedir. Maastricht Antlaşması, hem ulusal hem de uluslararası düzeyde çevre sorunlarının giderilmesine yönelik işbirliğini öngörmüştür.
Avrupa Birliği’ne dahil olan her ülkenin gelişmişlik seviyesi aynı olmadığı için Maastricht Antlaşması, yüksek koruma ilkesi çerçevesinde her ülkeye gelişmişlik düzeylerine göre sorumluluk yüklemeyi amaçlamıştır. Çevre politikalarının daha verimli uygulanabilmesi için diğer politikalarla bütünleştirilmesi de bu antlaşma kapsamında yer almaktadır. Çevre politikalarının entegrasyonu, bu politikaların daha sağlıklı uygulanabilmesi ve sonuç alınabilmesi için son derece önemlidir. Ayrıca, çevre politikalarının uygulanabilmesi için belirli bir bütçe gerekmektedir. Bu nedenle antlaşma, uygun bir fon oluşturulmasını da öngörmüştür.
Bu antlaşma ile hem küresel hem de Avrupa bölgesi düzeyinde çevre sorunları ile mücadele etmek amaçlanmıştır. Bu kapsamda, ulusal ve uluslararası düzeyde önlemlerin geliştirilmesi, birliğin değişik bölgelerindeki ülkelerin niteliklerindeki farklılıklar dikkate alınarak, AB bünyesindeki ülkeler için yüksek bir korunma seviyesinin hedeflenmesi, çevre koruma önlemlerinin alınması, AB’nin diğer politikaları ile entegre edilmesi ve çevre politikalarının finansmanı için fon oluşturulması hedeflenmiştir.
Maastricht Antlaşması ile “ihtiyat ilkesi” bildirgeye ilk kez dahil edilmiştir. İhtiyat ilkesi, çevreyi kirletebilecek tehlikeli durumların önceden tespit edilmesini ve çevreye zarar verecek faaliyetlerin henüz gerçekleşmeden önlenmesini amaçlamaktadır.
Maastricht Antlaşması, Roma Antlaşması’nın yeniden düzenlenmesi olarak ele alınmaktadır. Aynı zamanda, Avrupa Birliği’ne geçiş sürecindeki antlaşma olarak da bilinmektedir. Artık Avrupa Ekonomik Topluluğu veya Ortak Pazar değil, Avrupa Birliği söz konusudur. Zaman ilerledikçe ve Roma Antlaşması’nın kapsamı genişledikçe çevre konuları daha kapsamlı bir şekilde ele alınmaya başlanmıştır. Roma Antlaşması ile kıyaslandığında, köklü ve radikal değişiklikler getirmemiş olsa da, çevrenin korunması konusunda geniş kapsamlı kararların alındığı görülmektedir.
Maastricht Antlaşması, Roma Antlaşması’nı geliştirerek ve bazı eksik kısımlarını detaylandırarak açıklık getirmeyi amaçlamaktadır. Çevre ile ilgili 130r, 130s ve 130t maddelerini yeniden düzenleyen antlaşmanın 3k maddesi, ortak bir çevre politikası oluşturulacağını belirtmektedir. Maastricht Antlaşması ile çevre konusu, resmi olarak AB’nin gündemini oluşturan unsurlar arasında yerini almıştır.
Avrupa Ekonomik Topluluğu’na en çok önem verilen konu ekonomi ve piyasa olmuştu, Roma Antlaşması’nda ise çevre sorunları, yalnızca ekonomiyi kötü etkilediği durumlarda müdahale edilecek bir kavram olarak ele alınmıştı. Oysa Maastricht Antlaşması’nda çevre konusu temele alınmış ve ilk kez sürdürülebilir gelişme kavramı kullanılmıştır.
Maastricht Antlaşması’nda çevre ile ilgili maddeler şu şekilde ortaya konulabilir:
1. Enflasyonsuz İstikrarlı Büyüme: AB’nin temel amacı, enflasyonsuz, istikrarlı ve çevre ile uyumlu bir büyümeyi teşvik etmektir.
2. Tedbirlilik İlkesi: Çevre koruma politikalarında tedbirli olmayı öngörür.
3. Sebebiyet Verme İlkesi: Çevreye zarar verenin sorumluluğunu belirler.
4. Bütünleşme İlkesi: Çevre politikalarının diğer politikalarla entegre edilmesini sağlar.
Maastricht Antlaşması ile sürdürülebilir gelişme, başka bir deyişle sürdürülebilir kalkınma, AB hukukunda resmi olarak oluşturulmuş bir kavram haline gelmiştir. Bu antlaşma ile birlikte Roma Antlaşması’nın ekonomi odaklı maddeleri, çevreyi önemseyecek ve daha detaylı olarak ele alınacak şekilde yeniden düzenlenmiştir. Böylelikle Maastricht Antlaşması, Avrupa Ekonomik Topluluğu’ndan Avrupa Birliği’ne dönüşümüne zemin hazırlayan bir nitelik taşımaktadır.
Bu antlaşma ile birlikte çevre konusunun daha kapsamlı incelenmesi ve konunun küresel bir şekilde ele alınması sağlanmıştır. Çevre sorunlarını analiz ederken küresel ve yerel boyutta ayrı ayrı incelenmiş ve bu kapsamda alınacak önlemlerin uluslararası boyutta olması gerektiği bildirilmiştir. Avrupa bölgesi geniş bir alana yayılmıştır ve dolayısıyla üye devletlerin tamamı aynı kaynaklara, şartlara ve gelişmişlik seviyesine sahip değildir. Bu nedenle, farklılıkların giderilmesi ve yüksek koruma, bu antlaşmanın ilkesi olmuştur.
Avrupa Birliği’nin imzaladığı antlaşmalarda en çok göze çarpan iki ilke bulunmaktadır: Bunlar, “entegrasyon ve halkın bilgilendirilmesi” ile “sürece katılım ve denetimdir”. Entegre ilkesi, politikaların diğer politikalarla birleştirilmesi ve uyumlu hale getirilmesi demektir. Çevre politikalarının başarıya ulaşmasının iki temel nedeni, entegrasyon ve halkın katılımının sağlanmasıdır. Avrupa Birliği’nin bu önemli konularda katı kurallara sahip olması, çevre politikalarının diğer topluluk veya ülkelere göre daha başarılı olmasının ana nedenidir.
Çevre sorunlarının giderilmesine ve çevre dostu üretim yaparken çevreye minimum zarar verilmesine çalışırken aynı zamanda ekonomiyi güçlü tutmak zor bir süreçtir. Çevreye zarar vermemeyi öncelikli olarak almak ekonomiyi zorlayıcı olabilmektedir. Avrupa Birliği’nin çevre sorunlarına gereken önemi verebilmesi için ekonomik bir destek bulması gereklidir. Bu nedenle, bu antlaşmada çevre sorunları için bir fon oluşturulması ve gerekli finansmanın sağlanması amaçlanmıştır. Bu antlaşma ile birlikte çevre sorunları, AB’nin resmi olarak önem verdiği bir madde haline gelmiş ve AB içerisinde yapılan faaliyetlerde her zaman çevre gözetilmiştir. Tarım faaliyetleri, ticaret, turizm gibi çevreyi tehdit edebilecek unsurlara ev sahipliği yapan her eylemde öncelik çevrenin korunmasına verilmiştir.
AMSTERDAM ANTLAŞMASI 1997
Amsterdam Antlaşması 1997 yılında imzalanmış ve 1999 yılında yürürlüğe girmiştir. Geçen zamanla birlikte değişen çevre koşulları, antlaşmaların detaylandırılmasını veya değiştirilmesini gerekli kılmaktadır. Amsterdam Antlaşması, Maastricht Antlaşması’nda değişiklikler yapmayı ve bazı yeni maddeler eklemeyi amaçlamaktadır. Bu antlaşma ile birlikte sürdürülebilir gelişme, Avrupa Birliği (AB)’nin temel hedefleri arasında yerini almıştır. Sürdürülebilir kalkınma, zaten AB’nin içsel bir hedefi iken Amsterdam Antlaşması ile bu hedef resmiyete bürünmüştür.
İleri bir gelişmişlik seviyesini tanımlayan sürdürülebilir kalkınma, kalkınmanın uzun vadede devam etmesi ve refah seviyesinin düşmemesidir. Amsterdam Antlaşması ile ileri
derecede çevre kalitesinin korunması ve iyileştirilmesi, uyumlu ve dengeli sürdürülebilir kalkınmanın desteklenmesi gibi önemli değişiklikler, topluluğun genel amaçları arasına girmiştir. Antlaşmanın ikinci maddesi, pazar ve para birliği ile ilgili tedbirler alınırken çevrenin korunması ve kalitesinin ileri düzeyde iyileştirilmesinin dikkate alınması gerektiğini vurgulamaktadır. Antlaşmanın altıncı maddesi ise çevreyi koruma ihtiyacının ve özellikle sürdürülebilir kalkınmanın teşvik edilmesi için toplumun tedbirleri ve bu alandaki politikalarının belirlenmesi ve uygulanmasının entegrasyonunu ele almıştır.
Amsterdam Antlaşması, bazı konuları daha ayrıntılı bir şekilde ele almış ve birliğin çevre konusunda etkisini artırmak istemiş olsa da genel olarak çevre politikasında köklü değişiklikler barındırmaz. Hem ortak pazarı hem de çevreyi korumak adına maddeler içeren Amsterdam Antlaşması’nda, Maastricht Antlaşması’nda göze çarpan sürdürülebilirlik kavramı yer almıştır. Ekonominin iyi halinin devamlılığını sağlamakla mümkün olabilecek sürdürülebilir kalkınma kavramı antlaşmanın ilk bölümünde yer almakta ve AB’nin temel hedefleri ve kuruluş amacı arasında bulunmaktadır. Sürdürülebilir kalkınmanın devamlılığı sağlanırken çevre sorunlarının önlenmesi de göz ardı edilmemektedir.
Amsterdam Antlaşması, detaylandırılmış haliyle bazı köklü değişiklikler barındırmaktadır. Entegrasyon ilkesi, hem çevrenin hem de ekonominin iyileştirilmesi ve korunmasını esas alır. Mevcut çevre politikalarının AB’nin diğer tüm politikalarıyla entegrasyonunu sağlayarak, çevre politikalarının daha başarılı ve uygulanabilir olmasını hedeflemiştir. AB, değişen zaman ve çevre koşullarıyla birlikte mevcut antlaşmalarda değişikliklere gitmektedir. Bu sebeple, yeni antlaşmalarla birlik için en önemli konular detaylandırılmaktadır. Amsterdam Antlaşması’na AB’nin çevre sorunlarının önlenmesi ve çevre kalitesinin artırılması alanında daha etkili olması için maddeler eklenmiş, aynı zamanda ortak pazarın da zarar görmemesi ve desteklenmesi sağlanmıştır.
NİCE ANTLAŞMASI 2001
2001 yılında imzalanan ve 2003 yılında yürürlüğe giren Nice Antlaşması, Avrupa Birliği’nin ortak çevre politikası için uygulanması gereken yeni önlemlerden bahsetmemekte ancak bu kez çevre ile ilgili alınması gereken önlemler artırılmıştır. Nice Antlaşması, Amsterdam Antlaşması’nın eksik olan kısımlarını tamamlamayı ve daha kapsamlı bir çevre politikası oluşturmayı amaçlamıştır. Bu antlaşma, Amsterdam Antlaşması’nda bulunmayan noktalara değinmek adına imzalanmıştır.
Nice Antlaşması’nda, öncesinde imzalanan antlaşmalarda detaylı bir şekilde ele alınmayan su kaynakları konusu detaylı bir şekilde ele alınmıştır. Çevrenin ve su kaynaklarının kirletilmesinin yanı sıra, küresel ısınma kaynaklı su kaynaklarının tükenmesine de değinilmiş ve insan yaşamı için en önemli maddelerden biri olan suya erişimin zorlaşmaması için su kaynaklarının korunmasına odaklanılmıştır. Su kaynaklarının korunması dışında, AB’nin çevre konusunda uluslararası arenada lider konumunda olması gerektiği de bir madde olarak eklenmiştir.
AB’nin çevre konusuna verdiği önem yıllardır bilinmektedir. Çevre sorunlarının önlenmesi için ilkeleri antlaşmalarla belirleyen ve değişen zamana göre ilkelerini güncelleyen AB, uluslararası alanda çevre konusunda lider konumunda olmayı hak etmektedir.
LİZBON ANTLAŞMASI 2007
Avrupa Birliği, değişen koşullara ayak uydurabilmek ve antlaşmalarını daha detaylı hale getirebilmek adına yeni antlaşmalar imzalamakta. 21. yüzyıla girilmesiyle birlikte gelişen teknoloji, Avrupa Birliği’nin Lizbon Antlaşması’nı yürürlüğe sokmasını sağlamıştır. Avrupa Birliği, 2007 yılında ekonomik gelişmenin sağlanabilmesi ve devamlı kılınabilmesi için yenilik yaratma ve teknolojik gelişmelere uyum sağlama gerekliliğinden hareketle Lizbon Stratejisi’ni ortaya koymuştur. Bu stratejiye göre Ar-Ge faaliyetlerine önem verilmeli, daha fazla teknolojik gelişmeye dayalı kaliteli istihdam sağlanmalı ve sosyal uyum sağlanarak sürdürülebilir büyüme gerçekleştirilmelidir.
Lizbon Antlaşması, Avrupa Birliği’nin sürdürülebilir kalkınma ve ekonomik büyümenin devamlılığını sağlama hedefini korumaktadır, bu nedenle teknolojik gelişmelere uyum sağlanması amaçlanmıştır. Antlaşmada doğal kaynakların korunması da belirtilmiştir; doğal kaynakları kullanılırken dikkatli olunması ve zarar verilmemesi, gereklilikler arasında yer almaktadır. Sanayinin gelişimi ve tüketim toplumunun her geçen gün daha fazla tüketim istemesiyle üretimin artması kaçınılmazdır, ekonominin gelişmesi için üretim devam etmelidir. Bu nedenle doğal kaynakların kullanımı da giderek artmaktadır. Lizbon Antlaşması ile doğal kaynak kullanımına kısıtlama getirilmemiş ama insanların kullanırken dikkatli olmasının gerekliliği öngörülmüştür.
İnsan sağlığının korunması ön planda tutulmakta ve çevrenin korunmasının insan sağlığının korunması demek olduğu vurgulanmaktadır. Lizbon Antlaşması’nda, Maastricht Antlaşması’nda bahsedilen yüksek koruma ilkesinin geçerliliği devam etmektedir; AB’nin farklı yerlerindeki koşullar aynı olmadığı için dezavantajlı bölgelerin eşitlenebilmesi adına söz
konusu yerlerde yüksek koruma ilkesinin uygulanması öngörülmektedir. Aynı şartlara sahip olmayan ülkelerin çevre sorunları ile mücadele edebilmesi için gerekli kaynakların sağlanması gerekir. Bu kaynaklar, çevrenin korunması amacıyla tüm birlik için dengeli ve bütüncül bir şekilde sağlanmalıdır.
Avrupa Birliği, kendi içerisinde dengeyi sağlamalı ve çevre sorunlarını önlerken bütüncül bir yol izlemelidir. Çevre sorunları küresel bir sorundur ve tek bir ülkenin veya tek bir uluslararası kuruluşun önlem almasıyla çözülemez. Bu nedenle Lizbon Antlaşması, Avrupa Birliği’nin çevre sorunlarının giderilmesi adına başka devletlerle veya uluslararası örgütlerle işbirliği yapabileceğini öngörmüştür. İşbirliği, çevre sorunlarının önlenmesinde büyük bir etkiye sahiptir. Avrupa Birliği’nin gerek kendi içinde gerekse dış politika alanında işbirliğine gitmesi, tüm dünya için çevre sorunlarının önlenmesi adına yararlı bir hareket olacaktır.
Lizbon Antlaşması’nın diğer antlaşmalardan ayıran en önemli özelliği, daha somut bir adım olmasıdır. Önceki antlaşmalarda çevre ile ilgili alınması gereken önlemler belirtilirken, Lizbon Antlaşması’nda söz konusu önlemler finanse edilmektedir. Bu sayede önlemler daha uygulanabilir olmakta, atılan adımlar somut olmakla kalmayıp daha gerçekçi bir nitelik kazanmaktadır.
AB ORTAK ENERJİ POLİTİKASI
Enerji, üretim için olmazsa olmaz bir faktördür. Nüfus artışı ve insanların refah seviyesinin yükselmesiyle birlikte üretimde artış meydana gelmiş, dolayısıyla enerji kullanımı da artmıştır. Enerji kullanımı, ülkelerin gelişmişlik düzeyleriyle doğru orantılıdır. Bir yerde refah seviyesi yüksek ve yaşam koşulları iyiyse enerji kullanımı da fazla olmaktadır. Aşağıdaki şekilde enerji kaynakları ve çeşitli özelliklerine göre sınıflandırılması görülmektedir.
Enerjinin kullanım alanları yalnızca üretimle sınırlı değildir; insanlar, yaşamlarına devam edebilmek için büyük ölçüde enerjiye ihtiyaç duyarlar. Örneğin, ulaşım için kullandığımız araçlar, yaşadığımız alanlarda güneş battıktan sonra kullandığımız aydınlatma sistemleri ya da ısınma ihtiyacı gibi temel insan ihtiyaçları enerji kullanılarak karşılanmaktadır. Enerji, devletlerin gelişimi için büyük öneme sahiptir. Devletler, sahip oldukları enerji kadar gelişebilirler ve ileride de ne kadar gelişim gösterecekleri sahip oldukları veya olacakları enerjiyle belli olmaktadır.
Enerji tüketiminin sınıflandırılması, sınırlandırılması veya yenilenebilir kaynaklara yönlendirilmesi hem gelişmiş ülkeler hem de gelişmekte olan ülkeler için sorun teşkil etmekte. Zengin ya da fakir ülkeler fosil yakıt kullanımında ciddi bir azalmaya gittiklerinde ekonomik aksaklıklar yaşayabilirler. Örneğin, Çin ve Hindistan gibi hızla büyüyen ülkeler büyük ölçüde kömüre bağımlıdır. ABD ve Rusya da aynı şekilde fosil yakıt tüketimine bağımlı hale gelmiştir. Bu sebeple fosil yakıtların kullanımını kısa vadede büyük ölçüde azaltmak mümkün görünmemektedir. Daha gerçekçi bir adım atmak için tesislerden salınan karbonu yakalayıp güvenli bir şekilde depolamak için harekete geçilmesi yönünde çalışmaların yapılması gerekliliği gündeme gelmektedir.
Fosil yakıt tüketiminin azaltılması temelde kolay bir hedef değildir. Gelişmiş ülkeler her ne kadar fosil yakıt tüketimine bağımlı olsalar da aynı durum gelişmekte olan ülkeler için de geçerlidir. Yenilenemez enerji kaynaklarının rezervleri ise dünya üzerinde sınırlı sayıda bulunmaktadır ve bu da bir gün tükeneceği anlamına gelmektedir. Devletlerin enerji politikası geliştirilmesi ve daha çok yenilenebilir kaynaklara yönelmelerinin bir nedeni de budur.
Yenilenebilir ve yenilenemez enerji kaynakları arasında temel bir ayrım bulunmaktadır. Yenilenebilir enerji kaynakları, kullanıldığı günün ertesi günü herhangi bir azalma olmadan tekrar kullanılabilen kaynaklardır ve çevreye zarar vermeden enerji üretirler. Bu nedenle, çevrenin korunması açısından önemlidirler. Ayrıca, yenilenebilir enerji kaynakları genellikle ulaşılabilirlik, mevcudiyet ve kabul edilebilirlik özelliklerine sahiptirler.
Sürdürülebilir enerji, aslında yenilenebilir enerji demektir. Eğer sürdürülebilir bir enerji politikası isteniyorsa, yenilenemez kaynak kullanımının sınırlandırılması ve yenilenebilir enerji
kaynaklarına yönelinmesi gerekmektedir. Bu, enerji kaynaklarının uzun vadede devamlılığını sağlar. Yenilenebilir enerji kaynakları, fosil yakıtlara ve nükleer enerji gibi sınırlı olan diğer enerji kaynaklarına olan bağımlılığı azaltmaya yönelik çabaların bir parçasıdır.
YENİLENEBİLİR VE YENİLENEMEZ ENERJİ KAYNAKLARI
Yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı genellikle ekonomi üzerinde olumlu etkiler yaratır. Yapılan araştırmalar ve analizler, yenilenebilir enerji kaynaklarının ekonomik büyüme için önemli bir faktör olduğunu göstermekte. Bunlar, işgücü ve sermaye gibi diğer doğal kaynaklarla birlikte etkili bir üretim faktörüdür.
Hidroelektrik enerji, suyun hareket enerjisini elektriğe dönüştürür. Hidroelektrik santralleri, dünya genelinde en büyük yenilenebilir enerji kaynağıdır ve dünya elektrik ihtiyacının neredeyse beşte birini karşılarlar. Ancak, hidroelektrik enerjisinin bazı dezavantajları da bulunmaktadır; barajların artan sayısı, çevresel ve sosyal etkilere neden olurken, suyun akışını değiştirerek ekosistemlere zarar verebilir.
Jeotermal enerji, yer kabuğundaki ısı ve kimyasallardan enerji üretir. Güneş, rüzgar ve gel-git gibi diğer yenilenebilir enerji kaynakları da mevcuttur. Bu kaynakların çeşitlendirilmesi, enerji güvenliğini artırırken çevresel etkileri azaltabilir ve ekonomik büyümeyi destekleyebilir.
Güneş ışınları, yeryüzündeki belirli bölgeleri daha çok, diğerlerini daha az ısıtarak sıcaklık farklılıklarına ve basınç farklarına neden olur. Bu, rüzgar oluşumunu tetikler. Rüzgarın hareketi, rüzgar tribünlerini çalıştırarak enerji üretir. Rüzgar tribünleri, rüzgar estiğinde mekanik enerji üretmeye başlar ve bu enerji elektrik enerjisine dönüştürülür. Rüzgar enerji santralleri, çevre dostu olmalarına rağmen, kuş göç yollarında kurulduğunda doğaya zarar verebilirler. Günümüzde, rüzgar enerjisi dünya elektrik ihtiyacının %2’sini karşılamakata. Rüzgar tribünü teknolojisi, diğer elektrik üretim yöntemlerine kıyasla çevreye daha az zarar verir.
Odun, eşsiz bir yenilenebilir ve çevre dostu doğal kaynaktır. Ancak, hızla tüketilmesi nedeniyle yenilenebilirliğini kaybetmeye başlamıştır; her dakika 50 dönüm orman yok edilmektedir. Odun enerjisi kullanımının dezavantajları bulunmaktadır; odun yakıldığında, sera gazları salınımına neden olur ve çevresel zararlara yol açabilir. Ancak, ormanların korunması ve odun enerjisinin sürdürülebilirliği için önlemler alınabilir.
Biyokütle, organik karbon içeren yaşayan organizmaların veya bitki artıklarının toplam kütlesi olarak tanımlanır. Biyokütle kaynakları, tarımsal, orman, hayvansal ve organik atıkları içerir. Bu kaynaklar, biyoyakıt üretiminde kullanılır ve enerji ihtiyacının karşılanmasına katkı sağlar. Özellikle tarımsal atık geri dönüşümü, çevre dostu enerji kaynakları üretir.
Gel-git ve dalga enerjisi ise okyanuslardan ve denizlerden enerji üretme yöntemleridir.
Avrupa Birliği, yenilenebilir enerji kaynaklarına odaklanarak fosil yakıt tüketimini azaltmayı hedeflemiştir. Güneş enerjisi, maliyetinin düşmesiyle birlikte Avrupa Birliği’nin öncelikli enerji kaynağı olmuştur. Fosil yakıt kullanımı, küresel ısınmaya ve çevresel kirliliğe neden olduğu için yenilenebilir enerji kaynakları tercih edilmelidir.
Nükleer enerji, çevreye verdiği zararlar göz ardı edilmeden kullanılmalıdır. Uranyum kaynaklarının stoklanma süresi uzun olmasına rağmen, radyoaktif atıkların çevreye yayılması ciddi bir endişe kaynağıdır. Fosil yakıtların ve nükleer enerjinin çevresel etkileri göz önüne alındığında, yenilenebilir enerji kaynaklarının büyük ölçüde çevre dostu oldukları açıktır.
Türk hükümeti için nükleer enerji, diğer alternatiflerin etkinlik sorununu çözmek için tek seçenek olarak görülebilir. Hükümetin bakış açısına göre nükleer enerji, etkinliği ve verimliliği açısından yenilenebilir enerji kaynaklarından daha önemli. Nükleer enerji hem askeri alanlarda hem de silah olarak kullanılabilen bir enerji kaynağıdır ancak nükleer enerjinin riskleri, herhangi bir kaza durumunda ortaya çıkabilecek sonuçlar açısından çok tehlikelidir.
Nükleer tesislerin doğru çalışması ve gerekli önlemlerin alınması durumunda riskler minimize edilebilir ancak herhangi bir kaza ya da sızıntı gibi bir olay yaşandığında, sonuçlar çok tehlikeli olabilir. Nükleer tesislerin nükleer atık üretmesi ve bu atıkların çevre ve insan sağlığı için zararlı olduğu bilinmektedir. Örneğin, 1986’daki Çernobil nükleer santral kazası, insan sağlığı ve çevre üzerinde ciddi boyutlarda zarara yol açmış; 370.000’den fazla insanın tahliye edilmesine ve radyasyonun uzun süreli etkilerine neden olmuştur.
Nükleer enerjinin risklerinin yanı sıra, yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırım yapılması ve teknolojilerinin geliştirilmesi önemlidir. Nükleer enerji, kullanımı gerektiği durumlarda tercih edilebilirken, risklerinin göz önünde bulundurulması ve alternatiflerin araştırılması önemlidir. Avrupa Birliği’ndeki çoğu ülkede halk, nükleer enerjinin kullanımının durdurulması konusunda eylemler gerçekleştirmiştir. Sivil tolum kuruluşları nükleer enerji kullanımına karşı çıksa da başarıya ulaştığı alanlar sınırlıdır.
OTELLERDE ENERJİ PERFORMANSI YÖNERGESİ
Enerji verimliliği politikasının yaygınlaşması ve uygulanmasının bir sonucu olarak binalarda enerji tasarrufu sağlanması yoluna gidilmiştir. Bu, Avrupa Birliği’nin iklim değişikliğini önleme amacı doğrultusunda enerji tasarrufu için önemli bir adımdır. AB’nin 2018/844 sayılı direktifi, binalardaki enerji performansının belirlenmesine yönelik bir çerçeve öngörmüştür. ABD’de toplam harcanan enerjinin yaklaşık %40’ı ve emülasyonlarının %36’sı binalardan kaynaklanmaktadır, dolayısıyla, binalarda enerji performansı direktifi, enerji tasarrufu için önemli bir araçtır.
Binalarda enerji performansı yönergesi binaların enerji performansını, ulusal ve bölgesel düzeyde farklılaştırılabilen bir metodoloji temelinde belirlemeyi öngörmektedir. Bu yönerge, termal özelliklerin yanı sıra ısıtma ve iklimlendirme sistemlerine yenilenebilir kaynaklardan enerji uygulamasını, pasif ısıtma ve soğutma elemanlarını, gölgeleme ve doğal ışık gibi diğer faktörleri de içermektedir.
Binalarda enerji performansının hesaplanması, sadece ısıtmanın gerekli olduğu mevsime dayalı değil, aynı zamanda bir binanın yıllık enerji performansını da kapsamaktadır. Bu metodoloji, mevcut Avrupa standartları ile uyumlu olmalıdır. Enerji performansı için minimum gereklilikleri belirleme ise üye devletlerin sorumluluğundadır.
Avrupa Birliği’nin ortak çevre politikası kapsamındaki binaların enerji performansı yönergesi, enerjinin verimli, ihtiyatlı ve sürdürülebilir kullanımını sağlamayı amaçlamaktadır. Böylece, fosil yakıt kullanımına sınırlama getirilerek ve sera gazı salınımı azaltılarak binalarda
fazla enerji harcanması engellenmeye çalışılmaktadır. Dolayısıyla, bu yönerge ile üye devletlerin yükümlülükleri belirlenmekte ve uygulanmaktadır.
AVRUPA BİRLİĞİ POLİTİKALARINDA İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ
Avrupa Birliği, Avrupa coğrafyasını, siyasal ve kültürel arka planıyla temel alan bir ekonomik oluşumdur. Tüm dünyada görülen, küresel düzeyde gerçekleşen değişiklikler Avrupa Birliği’nin ekonomik varlığını ve gücünü derinden etkilemektedir.
Ekonomik gelişme üzerinde yükselen Avrupa Birliği bu durumu değiştirebilmek ve etkin bir rol almak için öncülük yapmakta, uygulanabilir, hayata geçirilebilir önlemleri almak için uluslararası konferanslar düzenlemekte, inisiyatifler ve yönergeler yoluyla yol haritası oluşturmaktadır. Gezegeni etkileyen sera gazı salınımına ağırlıklı katkısı olan Avrupa Birliği, bu durumdan çıkış için en etkili yollar bulmaya çalışmakta, özellikle küresel ısınmanın neden olduğu doğa ve çevre felaketleri bu yaşlı gezegeni yaşanılamaz hale getirmeden önce, gelecek nesillere sorumluluk ilkesi çerçevesinde, yenilenebilir enerjiye dayalı sürdürülebilir ve içinde yaşanabilir bir çevre bırakmak için çaba göstermektedir.
Kaynakça: Avrupa Birliği Politikalarında İklim Değişikliği –Prof. Dr. Uğur Özgöker, Paradigma Akademi Yayınları, 2023